Godfrey kendi bağırışını duydu, sanki kendine dışarıdan bakarken koşmaya başladı. Gerçek üstü bir duyguyla kısa kılıcını çekip durumdan haberi olmayan muhafıza doğru atıldı, muhafız dönerken kalbine doğru kılıcını sapladığını gördü.
İri cüsseli İmparatorluk askeri inanmayan ve fal taşı gibi açılmış gözlerle Godfrey'e bakarken orada dondu kaldı. Sonra yere düştü, ölmüştü.
Godfrey bir çığlık duyunca başka iki İmparatorluk muhafızının üstüne geldiğini gördü. Tehdit savuran silahlarını kaldırdıklarında onların dengi olmadığını biliyordu. İşte bu kapıda hayatı son bulacaktı ama en azından asil bir çaba sonucunda ölecekti.
Bir hırlama sesi havayı yararken Godfrey göz ucuyla Dray'in dönüp öne atıldığını ve Godfrey'i korumak için önüne geçtiğini gördü. Dişlerini boğazına sapladı ve muhafızı yere düşürerek adam hareketsiz kalıncaya kadar onu parçaladı.
Aynı anda Merek ve Ario öne atılırken ikisi de Godfrey'in arkasında kalan muhafızı kısa kılıçlarını kullanarak, Godfrey'i haklamadan hemen önce bıçaklayarak öldürdüler.
Hepsi orada sessizce duruyor, Godfrey önündeki katliama ne yaptığına inanmadan bakıyordu, böylesi bir cesaret karşısında nutku tutulmuştu. Dray hemen yanına geldi ve elinin tersini yaladı.
"Sende böyle bir cesaretin olduğunu bilmiyordum," dedi Merek hayranlık duyarak.
Godfrey şaşkınlıkla orada duruyordu.
"Ne yaptığımdan emin bile değilim," derken ciddiydi, tüm olanlar bulanıktı. Hareket geçmek gibi bir fikri yoktu ama yapmıştı. Hala cesur sayılabilir miydi? merak etti.
Akorth ve Fulton etraflarına İmparatorluk askerlerinden bir işaret var mı diye korkuyla baktılar.
"Buradan çıkmalıyız!" diye bağırdı Akorth. "Hemen!"
Godfrey üstündeki elleri ve onu sürüklemelerini hissetti. Döndü ve yanında Dray'la beraber diğerleriyle birlikte koşmaya başladı. Hepsi, onları kim bilir nelerin beklediği Volusia'ya geri koşmaya başladılar.
YEDİNCİ BÖLÜM
Darius, ellerinin ayak bileklerine bağlı olduğu, aradaki mesafede ağırlık bırakan zincirle demir parmaklıklara yaslanarak oturuyordu. Vücudu yara bere içindeydi ve sanki üstünde tonlarca kilo ağırlık hissediyordu. İlerlerken, araba bozuk yolda zıplıyordu, dışarı bakınca parmaklıkların arasından çöl göğünü gördü, yalnız hissediyordu. Arabası bitmek bilmeyen, çorak arazide ilerliyor, göz alabildiğine hiçlik görünüyordu. Sanki sonu gelmeyen bir dünyaya benziyordu.
Arabası gölgedeydi ancak güneş ışınlar parmaklıklar arasından süzülüyor ve baskıcı çöl ısısının dalgalar halinde ona ulaşıp gölgede olmasına rağmen onu terlettiğini ve rahatsızlığını arttırdığını hissediyordu.
Fakat bu Darius'un umurunda değildi. Tüm vücudu baştan aşağı yumrular içerisindeyken yanıyor ve ağrıyordu, arenadaki bitmek bilmeyen dövüş gününden sonra bitap düşmüş uzuvlarını hareket ettirmek zordu. Uyuyamıyordu, gözlerini kapatınca, anıların yok olmasını istiyordu ama ne zaman denese yanı başında ölen arkadaşları Desmond, Raj, Luzi ve Kaz'ı görüyordu. Her biri korkunç bir şekilde, sırf o hayatta kalabilsin diye can vermişlerdi.
Zafer onundu, imkansızı başarmıştı ancak şimdi bunun çok az bir anlamı vardı. Ölümün onun için geldiğini biliyordu, ödülü sonunda İmparatorluk başkentine gönderilmek ve daha büyük arenada daha korkunç düşmanlar karşısında seyircinin eğlencesi olmaktı. Tüm eylemlerinin, tüm mertliğinin ödülü ölüm olacaktı.
Darius tüm bunları yeniden yaşamaktansa şu an ölmeyi tercih ederdi. Fakat bu konuda bile söz sahibi değildi, zincire vurulmuş çaresiz haldeydi. Bu işkence daha ne kadar devam edebilirdi? Kendi ölmeden önce bu dünya üzerinde sevdiği herkesin ölümüne şahit olmak zorunda mıydı?
Darius yeniden gözlerini kapadı, anıları çaresizce kafasından atmaya çalışırken aklına bir çocukluk anısı geldi. Büyükbabasının kulübesinin önünde kir pasak içinde oynarken bir sopa tutuyordu. Asayla ağaca tekrar tekrar vurunca büyükbabası sopayı elinden kaptı.
"Sopalarla oynama," diye azarladı büyükbabası onu. "İmparatorluk'un dikkatini mi çekmek istiyorsun? Senin savaşçı olduğunu düşünmelerini mi istiyorsun?"
Büyükbabası dizleriyle sopayı kırınca Darius korkunç bir öfkeye kapıldı. O bir sopadan fazlasıydı: elindeki tek silahı, ona güç veren sopasıydı. O sopa onun her şeyiydi.
Evet, savaşçı olduğumu bilmelerini istiyorum. Bu hayatta başka hiç bir başka şekilde anılmak istemiyorum, diye düşündü Darius.
Fakat büyükbabası arkasını dönüp orayı terk ederken bunu yüksek sesle söylemekten çok korkmuştu.
Darius kırılmış sopayı alıp parçalarını elinde tutarken yanaklarından gözyaşları süzülüyordu. Bir gün hepsinden, hayatından, köyünden, içindeki durumdan, İmparatorluk'tan ve şu an kontrol edemediği her şeyden intikamını almak için yemin etti.
Hepsini ezip geçecek ve bir savaşçıdan fazlası olarak bilinecekti.
*
Darius uyandığında ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu ama hemencecik parlak çöl güneşinin öğleden sonra yayılan zayıf, turuncu bir güneş ışığına yerini bıraktığını fark etti, gün batımına doğru ilerliyordu. Hava çok daha serindi, yaraları sertleşmiş, hareket etmesini hatta bu rahatsız arabada yer değiştirmesini bile zorlaştırmıştı. Atlar, çölün sert zemininde ite kaka hareket ederken bitmek tükenmek bilmeyen metal sesi sanki ona çarpıyor ve kafatasının parçalara ayrıldığını hissettiriyordu. Gözlerini ovaladı, kirpilerine yapışmış tozları çekti ve başkentin daha ne kadar uzakta olduğunu merak etti. Sanki dünyanın sonuna kadar yolculuk etmiş gibi hissediyordu.
Gözlerini kırpıştırıp dışarı baktı, bir şeyler görmeyi umdu ama her zamanki gibi boş bir ufuk, koskoca bir çöl gördü. Ancak bu sefer onu şaşırtan bir şey daha vardı. İlk kez olarak biraz daha dik oturdu.
Araba yavaşlamaya başladı, atların sesleri biraz sakinledi, yollar daha düzgün hale geldi ve bu yeni araziyi incelerken Darius bir daha asla unutamayacağı bir manzarayla karşılaştı: orada, çölde uzanan bir çeşit kayıp uygarlık, devasa bir şehir duvarıyla beraber sanki cennete yükselir gibi göz alabildiğine uzanıyordu. Kocaman, parlak altın kapıları vardı, duvarları ve surları İmparatorluk askerleriyle doluydu. Darius hemen anladı, başkente ulaşmışlardı.
Yoldan gelen ses değişip, daha boğuk, ahşap sesini aldı ve Darius aşağı bakınca arabanın açılır kapanır köprüden geçtiğini gördü. Köprü üzerinde sıralanan yüzlerce askeri geçtiler, ilerlerken hepsi selama durdu.
Gürültülü bir ses göğü doldurunca Darius önüne baktı ve imkansız yükseklikteki altın kapıların sanki onu bağrına basar gibi açıldığını gördü. Arkalarındaki parlaklığı görüyordu, şimdiye dek gördüğü en muhteşem şehirdi burası ve hiç şüphesiz biliyordu ki buradan kaçışı olmayacaktı. Düşüncelerini doğrularcasına, Darius uzaktan gelen bir ses duydu ve hemen tanıdı bu sesi: arenadan yükselen bağırışlardı, yeni bir arenaydı, kana susayan adamların olduğu ve son yolculuğuna çıkacağı yerdi. Bundan korkmuyordu sadece başı dik, kılıcı elinde olarak son bir zaferle ölmeyi umuyordu.
SEKİZİNCİ BÖLÜM
Thorgrin altın ipi elleri titrerken son bir kez çekti, sırtında Melek vardı; yüzünden ter boşanırken nihayet kayalığa tırmanmış, dizleri yere değmiş nefes nefese kalmıştı. Döndü ve geriye bakınca yüzlerce metre aşağıya baktı; dik kayalıkların dibinde çarpan okyanus dalgalarını, buradan son derece küçük görünen sahildeki gemilerini gördü, ne kadar yükseğe tırmanmış olduğuna hayret etti. Tüm etrafında inlemeleri duyuyordu, dönüp bakınca Reece, Selese, Elden, Indra, O'Connor ve Matus'un tırmanmayı bitirerek kendilerini yukarı çekip Işık Adası'na çıktıklarını gördü.