Eller, kollar ve cepler dolu bir halde, günün son ışıkları altında, hazinelerimi düşürmemeye dikkat ederek dağdan aşağı inmeye başlıyorum. Yol boyunca kulübe aklımdan bir an için bile çıkmıyor. Orası mükemmel bir yer ve kalbim ihtimalleri düşündükçe daha hızlı atıyor. İhtiyacımız olan şey tam olarak öyle bir yer. Babamın evi fazla dikkat çekici, hemen ana yolun kenarında bulunuyor. Fazla açıkta kaldığımız için aylardan beri endişe içindeyim. Evin yanından geçen tek bir köle avcısı ve işimiz bitik. Uzun zamandır oradan taşınmamızı istiyorum ama nereye gidebileceğimize dair hiçbir fikrim yoktu. Bu kadar yüksek noktalarda hiç ev yok.
Bu kadar yükseğe, yolun kenarına inşa edilmiş olan bu küçük kulübe o kadar iyi kamufle olmuş bir durumdaki sanki bizim için yapılmış. Kimse bizi orada bulmayı başaramaz. Başarsalar bile, araçları olmadan, tırmanarak gelmek zorundalar ve ben böyle bir noktadan, onları iki kilometre uzaktan bile tespit edebilirim.
Ayrıca evin neredeyse hemen kapısının önünde temiz su kaynağı da bulunuyor; böylece yıkanmak ve kıyafetlerimizi temizlemek için her dışarı çıktığımda Bree'yi yalnız bırakmak zorunda kalmam. Her yemek hazırladığımda ise su almak için elimde kovalarla defalarca göle kadar inmem de gerekmez. Üstümüzü örten bu kadar ağaç varken, rahatça şömineyi yakabilecek olmamızdan ise bahsetmiyorum bile. Balık ve av etliyle dolmuş bir evde, içi yemek dolu bir bodrum katına sahip olursak, daha güvende ve sıcakta oluruz. Kararımı verdim: yarın buraya taşınacağız.
Omuzlarımdan büyük bir yük kalktı. Kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Uzun zamandan beri ilk defa açlığın içimi kemirmediğini, soğuğun parmak uçlarıma saplanmadığını hissediyorum. Ben aşağılara doğru inerken, rüzgar bile arkamdan eserek sanki bana yardım ediyor. Sonunda işlerin lehimize döndüğünü, artık başarabileceğimizi biliyorum.
İşte şimdi, hayatta kalabiliriz.
İ K İ
Babamın evine alacakaranlıkta ulaşıyorum. Sıcaklık düşmekte, kar ise kalınlaşmış, ayaklarım altında hışırdıyor. Ormandan çıkıyorum ve yol kenarına dikkat çekici bir şekilde tünemiş evimizi görüyorum. Her şeyi yerli yerinde, bıraktığım gibi görmek içimi rahatlatıyor. Etrafıma bakınarak insan veya hayvana ait olabilecek ayak izleri arıyorum ama bir şey göremiyorum.
Evin içinde hiç ışık yanmıyor ama bu normal bir durum. Asıl yanıyor olsa şüphelenirdim. Elektriğimiz yok, bu yüzden ışık olması için Bree'nin mum yakmış olması gerekirdi ve böyle bir şeyi ben olmadan asla yapmaz. Birkaç saniye boyunca durup, etrafı dinliyorum ama çıt yok. Ne boğuşma sesleri, ne yardım çığlıkları, ne de hastalık kaynaklı iniltiler. Rahat bir nefes alıyorum.
Bir tarafım, eve döndüğüm zaman, içeri doğru uzanan ayak izleri, ardına dek açılmış bir kapı, kırılmış camlar ve Bree'yi de kaçırılmış olarak bulacağımdan hep korkmuştur. Bu kabusu defalarca gördüm ve her seferinde terler içinde uyanıp, Bree'nin orada olup olmadığını kontrol etmek için odasına koştum. Ama o her zaman orada, güven içinde uyuyor olur ve ben de kendimi azarlarım. Artık bunca yıldan sonra, böyle endişelenmeyi kesmem gerektiğinin farkındayım. Ancak nedense bundan kurtulamıyorum: Bree'yi ne zaman tek başına bıraksam, kalbime sancılar saplanır.
Halen tetikte, etrafımdaki her şeyi algılamaya çalışarak, günün solmakta olan ışıkları altında evimizi inceliyorum. Dürüst olmak gerekirse, bu ev en başından beri hoşuma gitmemiştir. Hiçbir özelliği olmayan dikdörtgen bir kutunun içine oturtulmuş, yapıldığı ilk günden beri eski, şimdi ise çürümüş gibi duran ucuz ve mavi renkli bir dış kaplamayla süslenmiş olan tipik bir dağ evi. Ucuz plastikten yapılmış olan, az sayıdaki pencereleri küçük ve araları açık. Daha çok karavan parklarında rastlanabilecek cinsten bir yere benziyordu. Yedi metrelik bir genişliğe sahip bu ev aslında tek bir yatak odasına sahip olmalıyken, yapanın aklına nereden estiyse, iki küçük yatak odası ve bunlardan daha bile küçük bir salona sahip.
Savaştan önce, dünya halen normal bir yerken burayı ziyaret ettiğimi hatırlıyorum. Babam evde olduğu zamanlar şehirden uzaklaşabilmek için bizi buraya getirirdi. Nankörlük yapıyormuş gibi gözükmek istemediğim için mutluymuş gibi davranır ama içten içe bu evden nefret ederdim; bana her zaman karanlık ve boğucu geldiği gibi, içerde hep bir küf kokusu da olmuştur. Çocukken, buradan bir an önce gitmek için hafta sonlarının bitmesini sabırsızlıkla beklerdim. Kendime sessizce yeminler eder, büyüdüğüm zaman buraya asla adımımı atmayacağımı söylerdim.
İşin komik tarafı ise şu an buraya minnettarım. Burası hem benim, hem de Bree'nin hayatını kurtardı. Savaş başladığı zaman şehirden kaçmaktan başka bir seçeneğimiz yoktu. Burası olmasaydı ne yapardık bilemiyorum. Eğer bu ev bu kadar yukarlarda ve uzaklarda olmasaydı, çoktan köle avcıları tarafından kaçırılmıştık. Küçükken nefret ettiğiniz şeyleri, büyüdüğünüzde takdir edebiliyor oluşunuz ne kadar da komik. Kısmen büyüdüğünüzde yani. On yedi yaşındayım ama kendimi yine de büyümüş görüyorum. En azından son birkaç yıl içinde birçoğundan daha hızlı büyüdüm.
Evimiz yolun kenarında, bu kadar açıkta kalmıyor olsa ve birazcık daha küçük, korunaklı ve ağaçların arasında bulunsa, şimdi olduğum kadar endişeli olmazdım. Gerçi, kağıt inceliğinde duvarlara, akıtan bir çatıya ve rüzgarı engellemeyen pencerelere, her halükarda sahip olacaktık. Burası asla konforlu ve sıcak bir ev olmayacaktı. Fakat en azından güvende olacaktık. Şimdi buraya ve ardındaki geniş açıklığa bakınca, evimizin bir boy hedefi gibi durduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum.
Karları ezerek ön kapımıza doğru ilerlerken, içerden havlama sesleri yükseliyor. Köpeğimiz Sasha, ona öğrettiğim şeyi
yapıyor: Bree'yi korumak. Ondan o kadar memnunum ki. Bree'yi o kadar dikkatle izliyor ki en ufak seste dahi havlıyor; böylece ne zaman avlanmaya gitsem, içim biraz da olsa rahat oluyor. Gerçi havlaması aynı zamanda yerimizi belli edebilir diye endişeleniyorum; ne de olsa havlayan bir köpek, insanların varlığına işarettir. Tam da köle avcılarının kulak kabartacağı cinsten bir ses.
Hızla içeri girerek, Sasha'yı susturuyorum. Elimdeki odunları tutmaya çalışarak, kapıyı kapatıyorum ve karanlık odaya giriyorum. Sessizleşen Sasha kuyruğunu sallayarak, üstüme doğru zıplıyor. Altı yaşındaki çikolata renkli bu Labrador, hayal edebileceğim en sadık köpek ve dostlardan biri. Eğer o olmasaydı, Bree çok uzun bir süre önce bunalıma girebilirdi. Hatta ben bile girebilirdim.
Suratımı yalayarak, iniltiler çıkaran Sasha, her zaman olduğundan daha da heyecanlı görünüyor; belimin çevresini ve paketlerini koklayarak eve özel bir şeyler getirmiş olduğumun çoktan farkına vardı bile. Onu sevebilmek için odunları yere bırakıyorum. O kadar zayıf ki vücuduna değen ellerim, kaburgalarını sayabiliyor. İçime bir suçluluk dalgası yayılıyor. Fakat Bree ve benim durumumuz daha farklı değil. Yediğimiz her şeyi onunla paylaşıyoruz, yani bu konuda eşitiz. Gene de ona daha fazlasını verebilmek isterdim.
Burnuyla dokunduğu balık elimden fırlayarak, yere düşüyor. Anında saldırdığı balık, yerde kaymaya başlıyor. Balığın üzerine tekrar zıplayarak, dişlerini geçiriyor. Fakat tadını sevmemiş olmalı ki, dişlerini çekiyor. Bunun yerine, onunla oynayarak, yerde bir o yana, bir bu yana sürüklemeye devam ediyor.