“BEDELİ NEYSE ÖDEYECEĞİM!” Sam geri çekildi ve dalgalara haykırdı.
Sam’in haykırışı sanki yedi kat gökyüzüne yükselmiş ve ardından hemen başının üzerinden geçen bir kuş sürüsünden geri yankı yapmıştı. Sam içinde bir ürperti hissetti ve bunu hissettiği gibi, sanki evren onu duydu ve yanıtladı. İşte tam o anda Sam bedeninin her hücresine varana kadar Polly’nin sonunda, bu kaderinde olmasa dahi, hayata döneceğini biliyordu. Çünkü Sam bunun olmasını kalbinin derinliklerinden istemiş, evrendeki bazı büyük planları bozmuştu ve sonunda bunun bedelini ödeyecekti.
Birden Sam bakışlarını aşağı indirdi ve Polly’nin gözlerini yavaşça açmasını izledi. Polly’nin gözleri tam da Sam’in hatırladığı mavilikte ve güzellikteydi ve doğruca ona bakıyordu. Bir an bomboş baktılar, ama hemen ardından bir anlama büründüler. Ve sonra Sam’in hayatında ilk defa gördüğü bir sihir gerçekleşerek Polly’nin dudağının bir köşesinde küçük bir gülümseme belirdi.
Polly o tipik neşeli sesiyle ‘Uyuyan bir kızdan faydalanmaya mı çalışıyorsun?’ diye sordu.
Sam kendini tutamayarak kocaman bir şekilde sırıttı. Polly geri dönmüştü. Artık hiçbir şeyin önemi yoktu. Kadere karşı koymuş olmanın verdiği o uğursuz hissi, zamanı gelince bunun bedelini ödeyeceği düşüncesini zihninden atmaya çalıştı.
Polly doğrularak oturdu. Eski hazırcevap, mutlu haline dönmüş ama Sam’in kollarında öylece savunmasız bir şekilde yakalanmış olmaktan ötürü utanmış görünüyor ve bu nedenle kendini güçlü ve bağımsız göstermek için çabalıyordu. Önce etrafını inceledi ve ardından bir dalga sandalı sallarken sandalın bir kenarına tutundu.
Polly ‘Buna pek de romantik bir sandal gezintisi diyemeyeceğim,’ dedi, bir yandan da kuduran denizde kendine çeki düzen vermeye çalışıyordu. ‘Tam olarak neredeyiz? Ve o ufuktaki şey de ne?’
Sam döndü ve Polly’nin işaret ettiği yere doğru baktı. Onu daha önce görmemişti. Uzakta, birkaç yüz metre ötede kayalıklı bir ada duruyordu ve dik ve acımasız uçurumlarıyla denizden çıkıntı yaparak dışarı fırlamıştı. Oldukça eski ve ıssız görünüyordu. Arazisi de kayalıklı ve kasvetliydi.
Sam başını çevirdi ve ufka doğru bakarak dört bit yanı araştırdı. Binlerce kilometre içinde tek adaymış gibi görünüyordu.
Sam “Görünüşe bakılırsa doğruca ona doğru gidiyoruz,” dedi.
Polly “Umarım öyledir,’ dedi. ‘Bu sandalda midem alt üst oldu.”
Polly birden sandalın bir kenarına doğru uzandı ve peş peşe kustu.
Sam yanına yaklaşarak ona güven vermek için elini sırtına koydu. Polly sonunda doğruldu, elbisesinin kolunun tersiyle ağzını silerek utanmış bir şekilde uzaklara baktı.
‘Özür dilerim,” dedi. ‘Bu dalgalar oldukça acımasız.” Kendini suçlu hissederek Sam’e baktı. “Bu pek çekici olmamalı.”
Fakat Sam’in aklı bambaşka yerlerdeydi. Aksine Sam, Polly’e karşı daha önce hiç farkına varmadığı güçlü hisler beslediğini anlıyordu.
Polly “Bana neden öyle bakıyorsun?” diye sordu. “O kadar korkunç muydu?”
Sam gözlerini Polly’den ayırmadığını fark edince hemen bakışlarını kaçırdı.
Kızararak “Onu aklımdan bile geçirmiyordum,” dedi.
O esnada ikisinin de dikkati başka yöne kaydı. Adada birden binlerce savaşçı belirdi, hepsi bir uçurumun tepesinde duruyordu. Birbirleri ardına gelmeye devam ettiler ve sonunda tüm ufuk onlarla doldu.
Sam eğildi ve yanında ne tür silahlar getirmiş olduğuna baktı, fakat yanında hiç silah bulunmadığını görünce hayal kırıklığına uğradı.
Ufuk gittikçe daha fazla vampir savaşçıyla karardı. Sam akıntının kendilerini doğruca onlara götürdüğünü görebiliyordu. Bir tuzağa doğru sürükleniyorlardı ve bunu durdurmak için yapabilecekleri hiçbir şey yoktu.
Polly “Şuna bak,” dedi. “Bizi karşılamaya geliyorlar.”
Sam dikkatli bir şekilde onları inceledi ve oldukça farklı bir sonuca ulaştı.
“Hayır, karşılamaya gelmiyorlar, bizi test etmeye geliyorlar.”
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Caitlin, Skye’a giden halat köprünün önünde durdu. Caleb yanında, Scarlet ve Ruth da arkalarındaydı. Rüzgârın kayaların arasından geçerek ıslık çaldığını, dalgaların yüzlerce metre aşağıdaki uçurumlara çarptığını duyarken çürümeye yüz tutmuş halatın şiddetli bir şekilde sallanışını izledi. Köprü ıslak ve kaygandı. Oradan kayıp düşmek Scarlet ve Ruth için anında ölüm demekti ve Caitlin de henüz kendi kanatlarını denememişti. Bu köprüyü geçmek Caitlin’in yararlanmayı pek istediği bir şans değildi ama diğer yandan Skye Adasında olmaları gerektiği apaçık ortadaydı.
Caleb, ona doğru baktı.
“Çok fazla seçeneğimiz yok,” dedi.
Caitlin “O zaman beklemenin bir anlamı yok,” diye cevap verdi. “Ben Scarlet’i alacağım, sen de Ruth’ı alır mısın?”
Caleb sırıtarak başını salladı. Caitlin Scarlet’i aldı ve onu sırtına bindirdi, Caleb de Ruth’u kollarının arasına aldı. Ruth önce kıpır kıpır edip durmadı, aşağı inmek istedi, ama Caleb onu sıkıca tuttu ve Caleb’in onu tutmasındaki bir şeyler sonunda Ruth’u sakinleştirdi.
O dar köprüde tek sıra halinde yürümekten başka seçenek yoktu. Önce Caitlin gitti.
Caitlin köprünün üzerine ilk adımını attı, bu oldukça kararsız bir adımdı ve hemen su sıçrayan tahtaların ne kadar kaygan olduğunu hissetti. Uzandı ve dengesini sağlamak için köprünün iki yanındaki halatı yakaladı, ama köprü hemen sallandı ve halat Caitlin’in elinde paramparça oldu.
Caitlin gözlerini kapadı, derin bir nefes aldı ve köprüyü ortaladı. Ne önsezisine ne de dengesine güvenemeyeceğini biliyordu. Daha derin bir şeylere çağrıda bulunmalıydı. Aiden’ın derslerini tekrar düşündü, onun sözlerini zihnine çağırdı. Köprüye karşı çıkmaya çalışmaya son verdi ve bunun yerine onunla bir olmaya çalıştı.
Caitlin derinlerdeki içgüdülerine güvendi ve ileriye doğru birkaç adım atarak yol aldı. Yavaşça gözlerini açtı ve tam başka bir adım atacakken, ayağının altındaki bir tahta düştü. Scarlet bir çığlık attı ve Caitlin bir anlığına dengesini kaybetti, ardından hemen başka bir adım attı ve dengesini sağladı. Rüzgâr tekrar köprüyü salladı. Caitlin sanki uzun bir mesafe kat etmiş gibi hissetti, ama başını kaldırıp baktığında yalnızca birkaç metre gittiklerini gördü. İçgüdüsel olarak bunu asla başaramayacaklarını biliyordu.
Döndü ve Caleb’e baktı. Onun gözlerindeki bakışı görebiliyor ve onun da aynı şeyi düşündüğünü biliyordu. Hemen orada kanatlarını açıp havalanmayı her şeyden çok istiyordu ama kanatlarını hissettiği gibi havada bir şey olduğunu sezinledi. Caleb’in haklı olduğunu biliyordu: adanın etrafını saran bir tür görünmez enerji kalkanı vardı ve oraya davet edilmeden uçmak işe yaramıyordu.
Rüzgâr yeniden köprüyü havalandırdı. Caitlin umutsuzluğa kapılmaya başlıyordu ve geri dönemeyecek kadar uzaklaşmışlardı.
Hemen o anda bir karar verdi.
Birden Caleb’e “Üç dediğimde zıpla, yanındaki halatı tut ve bırak salladığı yere kadar sallasın!” diye bağırdı. “Tek çare bu!”
Caleb “Ya koparsa!” diye bağırarak cevap verdi.
“Başka seçeneğimiz yok! Böyle devam edersek, öleceğiz!”
Caleb tartışmaya girmedi.
Caitlin derin bir nefes alarak “BİR!” diye bağırdı. “İKİ! ÜÇ!”
Sağına doğru havaya sıçradı ve Caleb’in de soluna doğru sıçradığını gördü. Uca doğru düşerlerken Scarlet’in çığlık attığını ve Ruth’un da sızlandığını duyabiliyordu. Uzandı ve halatı daha sıkı kavradı, köprünün bu defa doğru durması için Tanrıya dua etti. Caleb’in de aynı şeyi yaptığını gördü.
Hemen sonra halata tutunmuş halde son hızla havada sallanıyorlardı. Tuzlu su dalgalarla yukarı doğru çıkıyor ve onlara çarpıyordu. Caitlin bir anlığına hala sallanıyorlar mı yoksa doğruca aşağı mı düşüyorlar anlayamadı.