Caleb küçük soluklarla öyle güzel uyuyordu ki Caitlin, onun uyuduğunu tam olarak emin bir şekilde söyleyemez- di. Bunun öncesinde, dediğine göre, beslenmeye gitmişti. Daha rahatlamış bir hâlde, elinde bir istif odunla dönmüş ve karlı havanın rüzgârını engellemek için ambarın kapısını sabitlemenin bir yolunu bulmuştu. Ateşi o yakmıştı, artık uyuduğu için ateşi besleme işi Caitlin’e kalmıştı.
Uzanıp kırmızı şarap dolu bardağından bir yudum daha aldığında sıcak sıvının yavaş yavaş onu gevşettiğini hissetti. Bu şişeyi, bir ot istifinin altındaki gizli bir sandıkta bulmuş-tu. Küçük kardeşi Sam’in aylar önce bir kapris uğruna bu şişeyi nasıl buraya koyduğunu hatırlıyordu. Asla içmezdi; fakat başından geçen bunca şeyden sonra birkaç yudumdan zarar gelmeyeceğini düşünüyordu.
Defterini dizlerinin üstüne, açık bir şekilde koymuş bir elinde kalemi, diğer elinde ise bardağı tutuyordu. Kalemi tutmaya başlayalı yirmi dakika olmuştu. Nereden başlayaca- ğı konusunda hiçbir fikri yoktu. Daha önce yazmak konu- sunda hiç sıkıntı çekmemişti; ama bu sefer durum farklıydı. Son birkaç gündür olanlar öyle dramatikti ki kâğıt üzerinde işlenmeye gelmiyordu. Hareketsiz ve rahatlamış hâlde otur- duğu ilk sefer buydu. Ucundan bile olsa güvende hissettiği ilk sefer buydu.
En baştan başlamanın en iyisi olacağına karar verdi. Neler olmuştu? Neden buradaydı? Hatta o kimdi? Bunu kâğıda dökmeliydi. Artık cevapları kendisinin bile bildiğine emin olamıyordu.
*
Bir önceki haftaya kadar hayat normaldi. Sonunda Oakville’i sevmeye başlamıştım. Sonra bir gün annem eve geldi ve taşınacağımızı duyurdu. Hayatım allak bullak oldu, onun yanındayken hep olduğu gibi.
Bu sefer her şey daha kötüydü. Başka bir banliyöye gitmiyor- duk. İstikamet New York’tu. Kent yani. Devlet okulu ve beton- dan bir hayat. Üstüne üstlük tehlikeli bir mahalle.
Sam de kızmıştı. Oraya gitmeyip birlikte kendi yolumuza gitmek hakkında konuştuk. Ancak gerçek şuydu ki gidecek baş- ka bir yerimiz yoktu.
Biz de el mahkûm yola koyulduk. Birbirimize eğer orayı sevmezsek evden ayrılacağımıza dair söz verdik. Başka bir yer bulacaktık. Herhangi bir yer. Bir ihtimal babamızın bile pe- şine düşecektik; her ne kadar ikimiz de bunun olmayacağını biliyorduysak da.
Sonra her şey birden oluverdi. Çok hızlıca. Vücudum dönüş- tü. Değişti. Hâlâ ne olduğunu ya da neye dönüştüğümü bilmi- yorum. Ancak şunu biliyorum ki artık aynı insan değilim.
Tüm bunların başladığı o vahim geceyi hatırlıyorum. Car- negie Hall. Jonah ile buluşmamız. Sonra… Ara… Benim… Beslenmem? Birini öldürmem? Hâlâ hatırlayamıyorum. Sadece bana söyleneni biliyorum. O gece bir şey yaptığımı biliyorum; ama her şey o kadar bulanık ki. Her ne yaptıysam hâlâ içimde yaradır. Kimseye zarar vermek istememiştim.
Sonraki gün kendimdeki değişikliği fark ettim. Kesinlikle daha kuvvetli, ışığa daha duyarlı hâle geliyordum. Kokular da keskinleşmişti. Etrafımda bulunan hayvanlar garip davranı- yordu. Ben de onların etrafındayken garip davrandığımı his- sediyordum.
Annem o gece, Carnegie Hall’a gitmeden önce, bana onun gerçek kızı olmadığımı söyledi. Ardından o vampirler tarafın- dan öldürüldü ki esasen benim peşimdeydiler. Ona hiç böyle zarar verilmesini istemezdim. Hâlâ benim hatammış gibi his- sediyorum fakat her şey bir kenara, böyle hissetmeme müsaade etmemeliyim. Önümdeki şeylere odaklanmalıyım, kontrol ede- bileceğim şeylere.
Sonra yakalandım. Şu acımasız vampirlerce. Sonra kaçtım. Caleb… O olmasaydı eminim beni öldürürlerdi. Belki de daha kötüsünü yaparlardı.
Caleb’in meclisi, onun insanları, çok farklıydı. Ancak vam- pirlerin hepsi aynı. Bölgeci, kıskanç, şüpheci. Beni attılar ve ona bunu kabullenmek dışında bir seçenek bırakmadılar.
O yine de seçimini yaptı. Her şeye rağmen beni seçti. Bir kez daha beni kurtardı. Benim için her şeyini riske attı. Bu yüzden ona âşığım. Onun hiç bilemeyeceği kadar.
Ben de ona yardım etmeliyim. Benim ‘o’ olduğumu düşünü- yor; bir tür vampirlerin mesihi gibi bir şey olduğumu. Benim onu vampirler savaşını durdurup herkesi kurtaracak kayıp kı- lıç gibi bir şeye götüreceğime inanmış durumda. Şahsen buna inanmıyorum. Kendi insanları da inanmıyor. Ancak elindeki tek şeyin bu olduğunu, bunun onun için her şey olduğunu bi- liyorum. Benim için her şeyini ateşe attı ve ben de en azından bunu yapabilirim. Benim için mesele kılıç falan değil. Sadece onun çekip gittiğini görmek istemiyorum.
O yüzden ben de elimden ne geliyorsa yapacağım. Nasıl olsa her zaman babamı bulmak istemiştim. Onun gerçekten kim olduğunu öğrenmek istiyorum. Benim gerçekten kim olduğumu da; gerçekten yarı vampir miyim, yoksa yarı insan mı ya da her neyse işte. Cevaplara ihtiyacım var. Her şey bir kenara, neye dönüşüyor olduğumu bilmeliyim…
*
“Caitlin?”
Sersemlikle uyandı. Yukarı baktığında, elini hafifçe om- zuna koymuş olan Caleb’i gördü. Gülümsüyordu.
“Sanırım uyuyakalmışsın” dedi.
Etrafa bakınınca dizlerinin üstünde açık kalmış olan def- terini görüp çat diye kapattı. Yanaklarının kızardığını his-setti. Onun bunları, özellikle ona karşı hissettikleriyle ilgili olan kısımları, okumamış olduğunu umut etmekten başka bir şey gelmiyordu elinden.
Olduğu yerde doğrulup gözlerini ovuşturdu. Hâlâ gecey- di ve her ne kadar köze dönmüş olsa da ateş yanmaktaydı. Caleb de daha yeni uyanmış olsa gerekti. Ne kadar zamandır uyuduğunu merak ediyordu.
“Üzgünüm” dedi. “Günlerdir ilk kez uyuyorum.”
Caleb tekrar gülümsedikten sonra odanın diğer tarafın- daki ateşe doğru yürüdü. İçine birkaç kütük daha attığında kütükler çatırdayıp alev alarak ateşi canlandırdılar. Caitlin sıcaklığın ayaklarına uzandığını hissedebiliyordu.
Caleb orada durup ateşe bakarken düşüncelere dalıp git- miş ve gülümsemesi yüzünden silinmişti. Alevlere bakarken yüzü ateşin ışığıyla parlıyor ve bu onu bir kat daha çekici hâle getiriyordu. Büyük, açık kahve renkteki gözleri koca- man açılmıştı ve Caitlin onu izlerken renkleri açık yeşile döndü.
Caitlin iyice doğrulduğunda kırmızı şarabının olduğu bardağın hâlâ dolu olduğunu gördü. Bir yudum aldığında içi ısındı. Bir süredir hiçbir şey yememiş olduğu için alkol doğrudan kafasına vurdu. Diğer plastik bardak gözüne ilişti- ğinde nihayet adab-ı muaşereti hatırladı.
“Sana da koyayım mı?” diye sorduktan sonra çabucak ek- ledi, “Yani, tabii, içiyor musun bilmiyorum ama…”
Caleb güldü.
“Evet, vampirler de şarap içer” dedi gülümseyerek ve ya- nına gelip o şarabı dökerken bardağı tuttu.
Caitlin hayretler içinde kalmıştı; sözlerinden değil, gülü- şünden. Kahkahası yumuşaktı, zarifti ve odanın içine yayılı- vermişti. Onun hakkındaki diğer her şey gibi bu da pek bir esrarengizdi.
Caleb bardağı dudaklarına doğru götürürken Caitlin, onun da aynısını yapmasını umarak gözlerinin içine baktı.
O da baktı.
Ardından ikisi de aynı anda gözlerini kaçırdılar. Caitlin kalbinin daha hızlı atmaya başladığını hissediyordu.
Caleb geldiği yere dönüp otların üstüne oturdu ve sırtını geri yaslayıp ona baktı. İşte şimdi onu inceliyordu. Caitlin mahcup hissetti.
Farkında olmaksızın elini üstündeki kıyafete götürdü ve daha iyi bir şeyler giymiş olmayı dileyebildi sadece. Üs- tündekini hatırlamak için hafızasını zorladı. Yol üstünde, neresi olduğunu hatırlayamadığı bir şehirde durdukların- da mevcut tek kıyafet dükkânına gidip üstündekileri de- ğiştirmişti.
Çekinerek alta doğru baktığında kendini tanıyamadı. Es- kimiş yırtık bir kot, bir numara büyük ayakkabılar, tişörtün üstünde duran bir kazak giyiyordu. Onların üstündeyse yine kendisine büyük gelen, bir düğmesi düşmüş soluk, mor bir mont vardı; ama sıcak tutuyordu. Şu an için ihtiyacı olan tek şey de buydu.