Gwen başının yine sarsıldığını hissetti. Platform yine hareke etmişti. Yan yatarak etrafına bakınırken, gökten ve ilerleyen bulutlardan başka bir şey görmedi. Yükseğe kaldırıldığını, platformun her hareket edişinde daha da yükseklere gittiğini hissetti ve ne neler olduğunu, ne de nerede olduğunu anlayabildi. Doğrulacak gücü yoktu, ama başını biraz çevirmeyi başarınca ahşaptan geniş bir platformun üstünde yattığını ve platformun iki ucundan iplerle havada durduğunu gördü. Yükseklerdeki birisi gıcırdayan eski ipleri çekiştiriyordu ve her çekişinde platform biraz daha yükseğe gidiyordu. Gwen dimdik, sonu görünmeyen, bayılmadan önce gördüğünü hatırladığı kayalıklardan yukarı taşınıyordu. Bunlar siperlerle ve parıldayan şövalyelerle dolu olan yamaçlardı.
Bunları hatırlayan Gwen dönüp boynunu çevirdi ve aşağı baktı, ama birden başı fena halde döndü. Çölün zemininden yüzlerce adım yukarıdaydılar ve yükselmeye devam ediyorlardı.
Yukarı baktığındaysa, yüzlerce adım yukarıdaki siperleri gördü; gözleri güneşten kamaşıyordu, ama onlara bakan şövalyeleri ve iplerin her çekilişinde yukarı çıktıklarını görebiliyordu.
Gwen derhal dönüp platforma göz attı. Tanıdığı herkesin orada olduğunu görünce derin bir oh çekti: Kendrick, Sandara, Steffen, Arliss, Aberthol, Illepra, bebek Krea, Stara, Brant, Atme ve birkaç Gümüş askeri. Hepsi platformda yatıyordu ve ağızlarına ve yüzlerine su döken göçebeler onlarla ilgileniyorlardı. Gwen bu tuhaf göçebe yaratıklara hayatlarını kurtardıkları için büyük bir minnet hissetti.
Tekrar gözlerini yumup başını sert platforma yasladı ve Krohn tekrar yanına kıvrılırken başının külçe gibi ağır olduğunu hissetti. Etrafa tatlı bir sessizlik çökmüştü; rüzgârın ve gıcırdayan iplerin sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Onca yolu çok uzun sürede gelmiş, yolculuğun ne zaman sona ereceğini merak etmişti. Çok geçmeden, yukarıya çekilmiş olacaklardı ve o şövalyelerin bu göçebe yaratıklar kadar misafirperver olduklarını umuyordu.
Platform her yukarı çekildiğinde, güneşlerin etkisi daha da güçlendi, sıcaklık arttı ve gizlenecek hiçbir yer kalmadı. Gwen kızarmak üzere olduğunu, güneşin merkezine çekildiğini hissetti.
Gözlerini açtığında, platform son bir kez daha yukarı çekildi ve uyuya kaldığını anladı. Bir kıpırtı hissetti. Yaratıkların onu hızla taşıdığını, onu ve arkadaşlarını kanvas kumaşlara yatırıp platformdan siperlere doğru götürdüklerini gördü.
Yavaşça taş bir zemine bırakıldığını hissedince, başını kaldırıp güneşe karşı birkaç kere gözlerini kırpıştırdı. Boynunu kaldıramayacak kadar bitkindi ve uyanık mı olduğunu rüya mı gördüğünü anlayamıyordu.
Karşısında ona yaklaşmakta olan, kusursuz parlak plaka ve zincir zırhlar giymiş şövalye vardı; adamlar etrafını sarıp merakla ona baktılar. Gwen şövalyelerin nasıl o kocaman çölde, o geniş hiçliğin orta yerinde olduğunu, o muazzam yamacın tepesinde ve o güneşlerin altında olduklarını anlayamamıştı. Orada nasıl hayatta kalıyorlardı? Neyi koruyorlardı? Neden kraliyet zırhlarına benzer zırhları vardı? Tüm bunlar bir rüya mıydı diye düşünüyordu.
Çok eski muhteşem gelenekleri olan Halka’da bile bu adamlarınkiyle yarışamayacak zırhlar vardı. Hayatında gördüğü en süslü zırhlardı; gümüşten, platinden ve bilmediği bir metalin karışımından yapılmışlardı ve üstlerinde hem karmaşık işaretler vardı, hem de adamların silahları da bunlar kadar güzeldi. Bu adamların profesyonel asker oldukları belliydi. Ona küçüklüğünde babasıyla sahaya gittiği zamanları hatırlattı; babası ona askerleri gösterirdi, Gwen de onların görkemli bir biçimde sıraya dizilişini izlerdi. Karşısındaki gibi muhteşem bir güzelliğin nasıl var olduğunu, bunun nasıl mümkün olabileceğini düşündü. Belki de ölmüştü ve gördükleri onun cennete dair düşündükleriydi.
Ama sonra askerlerden birinin diğerlerinin önüne çıktığını, miğferini çıkarıp bilgelik ve merhamet dolu masmavi gözleriyle ona baktığını fark etti. Otuzlu yaşlarında gözüken adamın görünümü çok çarpıydı; başı tamamıyla dazlaktı ve açık sarı bir sakalı vardı. Diğerlerinden daha kıdemli olduğu belliydi.
Şövalye bakışlarını göçebelere çevirdi.
“Yaşıyorlar mı?” dedi.
Göçebelerden biri yanıt olarak uzun değneğini kaldırdı ve Gwendolyn’i hafifçe dürtükledi. Gwen hafifçe kıpırdandı. Doğrulabilmek, onlarla konuşmak ve kim olduklarını öğrenmek için can atıyordu… Ama fazlasıyla bitkindi ve boğazı yanıt veremeyecek kadar kuruydu.
“İnanılmaz,” dedi bir başka şövalye mahmuzlarını çınlata çınlata öne çıkarak. Diğerleri de onlara yaklaştılar ve etraflarını çevirdiler. Hepsinin büyük bir merak içinde olduğu aşikârdı.
“Mümkün değil,” dedi biri. “Büyük Hiçlik’ten nasıl kurtulmuş olabilirler?”
“Kurtulmuş olamazlar,” dedi bir başkası. “Bunlar çölde yaşayanlardan olmalı. Bir şekilde Yamacı aşıp çölde kaybolmuş ve geri dönmeye karar vermiş olmalılar.”
Gwendolyn yanıt vermek, olan biten her şeyi anlatmak istedi, ama sözcükleri söyleyemeyecek kadar yorgundu.
Kısa bir sessizlikten sonra liderleri öne çıktı.
“Hayır,” dedi kendinden emin bir biçimde. “Şu zırhlardaki işaretlere bakın,” dedi Kendrick’i ayağıyla dürterek. “Bunlar bize ait değil. İmparatorluk zırhları da değil.”
Tüm şövalyeler şok içinde onlara yaklaştılar.
“O halde, nereden geldiler?” dedi birisi şaşkınlıkla.
“Bizi nerede bulacaklarını nasıl bildiler?” dedi bir başkası.
Lider göçebelere döndü.
“Onları nerede buldunuz?” diye sordu.
Göçebelerden biri yanıt olarak cıyakladı ve Gwen liderlerinin gözlerinin fal taşı gibi açıldığını gördü.
“Kum duvarının diğer tarafında mı?” dedi şövalye. “Emin misiniz?”
Göçebeler yine cıyakladılar.
Komutan adamlarına döndü.
“Burada olduğumuzu bildiklerini sanmıyorum. Sanırım, şansları yaver gitti… Göçebeler onları buldu, bedelini almak istediler bizlerden olduklarını sanıp buraya getirdiler.”
Şövalyeler birbirlerine baktılar. Daha önce hiç o tür bir durumla karşılaşmadıkları belliydi.
“Onları buraya kabul edemeyiz,” dedi şövalyelerden biri. “Kuralları biliyorsunuz. Onları alırsak bir iz bırakmış oluruz. İz bırakmak yok. Asla. Onarlı Büyük Hiçliğe geri yollamamız gerek.”
Uzunca bir sessizlik oldu ve sadece rüzgârın uğultusu arasında devam etti. Gwen onların ne yapacaklarını düşündüklerini anladı, ama uzun sessizlik hoşuna gitmedi.
Onarla itiraz etmek, onları geriye yollayamayacaklarını söylemek, bunu yapamayacaklarını anlatmak için doğrulmaya çalıştı. Başlarından geçenlerden sonra geri dönemezlerdi.
“Onları geri yollarsak, kesin olarak ölürler,” dedi lider. “Şeref kurallarımız çaresiz kişilere yardım etmemizi söyler.”
“Ama onarlı buraya alırsak, hepimiz ölebiliriz,” dedi bir başka şövalye. “İmparatorluk izimizi bulabilir. Gizlendiğimiz yeri öğrenebilirler. Tüm halkımızı tehlikeye atarız. Birkaç yabancının mı ölmesi iyi, tüm halkımızın mı?”
Gwen liderlerinin sıkıntıyla zorlu bir karar vermeye çalıştığını fark etti. Bu tür zorlu kararlar vermenin ne demek olduğunu biliyordu. Kendisiyse başkalarının merhametine sığınmaktan başka bir şey yapamayacak kadar bitkin durumdaydı.
“Olabilir,” dedi liderleri en sonunda durumu kabullenmiş gibi. “Ama masum insanların ölmesine izin veremem. Onları buraya alacağız.”
Adamlarına döndü.
“Onları diğer tarafa indirin,” dedi otoriter bir sesle. “Onları Kralımızı götüreceğiz ve ne yapılacağına kendisi karar verecek.”