Neredeyse onunla kalması için bir şeyler uyduracak, ba- bası hakkında bir yalan atacaktı; fakat bunu yapamayacağını kendisi de biliyordu.
Ağlamak istiyordu.
“Anlamıyorum” dedi Caleb hafifçe, gözlerini nehirden ayırmadan. “Senin ‘o’ olduğuna emindim.”
Sessizce bakmaya devam etti. Caitlin beklerken geçen her saniye, ona saatler gibi geliyordu.
Ona doğru dönüp nihayet, “Anlamadığım başka bir şey daha var” dedi. Kocaman gözleri hipnotize ediciydi.
“Senin etrafındayken bir şey hissediyorum. Ne olduğu anlaşılmaz bir şey. Diğerleri söz konusu olduğunda, ortak geçirdiğimiz hayatları, hangi şekilde olursa olsun, ne zaman yollarımızın kesiştiğini, hepsini görebiliyorum. Ancak sen olunca… Her şey puslu. Hiçbir şey görmüyorum. Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Sanki… Bir şeyi görmekten alıko- nuyormuşum gibi.”
“Belki yollarımız hiç kesişmemiştir” diye cevap verdi Caitlin.
Caleb başını iki yana salladı.
“Öyle olsaydı görürdüm. Sen söz konusu olunca iki tarafı da göremiyorum. Keza geleceğimizi de… Bu bana daha önce hiç olmamıştı. Üç bin yıl boyunca, asla. San- ki… Seni bir yerlerden hatırlıyormuşum gibi hissediyo- rum. Sanki her şeyi görmenin eşiğine kadar gelmişim gibi. Tam aklımın kıyısında; ama gelmiyor bir türlü ve beni deli ediyor.”
“Eğer öyleyse belki hiçbir şey yoktur. Belki sadece şimdi ve buradan ibarettir her şey. Belki asla daha fazlası olmamış- tır ve belki asla olmayacaktır” dedi Caitlin.
Der demez ağzından çıkanlardan dolayı pişman oldu. İşte yine yapacağını yapmıştı, dilini tutamayıp asla o anlama gelmesini istemediği şeyleri çıkarıvermişti ağzından. Neden böyle konuşmak zorundaydı ki? Söyledikleri, hissettiği ve düşündüklerinin tam tersiydi. Şöyle demek istemişti oysa: Evet. Ben de aynısını hissediyorum. Sanki hep seninle olmuşum ve hep seninle olacakmışım gibi.
Ancak bunun yerine, her şey tam tersi şekilde çıkmıştı. Tedirgin olduğu içindi. Artık hiçbirini geri alamazdı.
Caleb hiç de yılmış gibi değildi. Hatta ileri doğru bir adım atıp tek elini kaldırdı ve Caitlin’in yüzünde duran saçı geri iterek yanağının üstüne koydu. Derin derin gözlerinin içine baktı. Caitlin, gözlerinin bu sefer griden maviye doğru renk değiştirişini izledi. Bakışları onun gözlerinin içine işliyordu. Aradaki temas nefes kesiciydi.
Tüm vücudunu saran sıcaklığı hissettiğinde kalbi çarp- maya başladı. Başı dönüyormuş gibi hissediyordu.
Acaba hatırlamaya mı çalışıyordu? Acaba hoşçakal demek üzere miydi?
Yoksa onu öpmek üzere mi?
Dördüncü Bölüm
Eğer Kyle’ın insanlardan daha fazla nefret ettiği birileri varsa o da politikacılardı. Yapmacıklıklarını, ikiyüzlü- lüklerini, kerameti kendinden menkul haklılıklarını kaldı- ramıyordu. Somut hiçbir temeli olmayan kibirlerine taham- mül edemiyordu. Bunların birçoğu en fazla yüz sene yaşardı. O ise beş bin yılı devirmişti. ‘Geçmiş tecrübelerinden’ ko-nuşmaya başladıklarında Kyle’ın midesi bulanıyordu.
Kyle’ın her akşam uykusundan uyanıp belediye konağın- daki merkezlerinden yeryüzüne çıkarken bu politikacıların omuzlarına temas etmek zorunda kalıyor oluşu herhâlde kaderin bir cilvesiydi. Kara Metcezir Meclisi, kendi yaşam alanını New York belediye binasının altına yüzyıllar önce- sinde inşa ederek kendini sağlama almış ve her zaman po- litikacılarla yakın bir ortaklık kurmuştu. Aslına bakılırsa binanın içine doluşan sözde politikacılardan birçoğu gizli meclis üyeleriydi ve meclisin şehir ile eyalet çapındaki gün- demlerini yürürlüğe koymaktaydılar. İnsanlarla bu şekilde iş yapma, yüz göz olma durumu mecburiyetten girilen bir günahtı.
Ancak bu politikacıların yeter miktarı, Kyle’ın tenini karıncalandıracak kadar sahici insanlardı. Onların binada yaşamalarına izin veriyor oluşlarına katlanamıyordu. Bilhas- sa çok yakınına gelmeleri fazlasıyla canını sıkıyordu. Kyle yürümekteyken omzunu, içlerinden birine doğru eğip sert- çe çarptı. “Hey!” diye bağırdı adam; fakat Kyle yürümeye devam etti. Dişlerini gıcırdatıyor ve koridorun sonundaki geniş çiftli kapıya doğru yürümeye devam ediyordu.
İş Kyle’a kalsa hepsini öldürürdü; fakat bunu yapmasına müsaade yoktu. Meclisi, hâlâ Yüce Konsey’e hesap vermek zorundaydı ve artık nedeni her neyse bu işten geri duruyor- lardı. İnsan ırkını yeryüzünden silmek için doğru zamanı kolluyorlardı. Kyle şu an itibarıyla binlerce yıldır bekliyor- du ve daha ne kadar süreceğini bilmiyordu. Tarih içerisinde bu noktaya yaklaştıkları, yeşil ışığın yakıldığı birkaç güzel an vardı. 1350’de Avrupa’da, nihayet herkes bir uzlaşmaya vardığında hep beraber veba salgınını başlatmışlardı. Ah, ne güzel zamanlardı! Kyle bunu düşününce gülümsedi.
Güzel olan başka birkaç zaman daha vardı: Karanlık Çağ- lar gibi. Savaşı tüm Avrupa sahasına yaymalarına izin veri- len, milyonlarca kişiyi öldürüp tecavüz ettikleri zamanlar… Kyle’ın gülümsemesi yüzüne yayıldı. Bunlar hayatındaki en güzel birkaç asır arasındaydı.
Ancak son birkaç asırdır Yüce Konsey pek zayıf, pek zavallı hâle gelmişti. İnsanlardan korkuyor gibiydiler. İkinci Dünya Savaşı güzeldi gerçi; ama çok sınırlı ve kısa olmuştu. Kyle daha fazlasını istiyordu. O zamandan beri ne geniş çaplı salgınlar ne de gerçek savaşlar olmuştu. Sanki vampir ırkı, insanların gittikçe artan sayısından ve gücünden korkup felç geçirmişti.
Artık nihayet bir araya geliyorlardı. Kyle çalım sata sata belediye binasının kapısından çıkıp merdivenlerden inerken yaylanarak yürüyordu. South Street Limanı’na olan yolculu- ğunu hatırlayınca adımlarını büyüttü. Onu bekleyen büyük bir nakliyat vardı: On binlerce sepet dolusu, el değmemiş, ge- netiği değiştirilmiş hıyarcıklı veba virüsü. Bunu yüzlerce yıldır Avrupa’da depolamaktaydılar; son salgından beri kusursuz bir şekilde koruma altına almışlardı. Şimdi bir de antibiyotikle- re tamamen dayanıklı olması için genetiğini değiştirmişlerdi. Alıp canının istediğini yapması, Amerika kıtasına yani kendi bölgesine yeni bir savaş yaymak için hepsi Kyle’ın olacaktı. Önümüzdeki yüzyıllar onun ismini hiç unutmayacaktı.
Bunu düşünmek Kyle’a yüksek sesli bir kahkaha attırdı. Yüz ifadesine bakılırsa kahkahası daha çok bir sırıtma gibi duruyordu.
Meclislerinin lideri Rexius’a bunu bildirmek zorunda ka- lacaktı elbet fakat bu, teknik bir ayrıntıdan ibaretti. Gerçek- te ise bunu yönlendiren kendisi olacaktı. Kendi meclisindeki-ve tüm komşu meclislerdeki- vampirler ona cevap vermek zorunda kalacaktı.
Kyle hâlihazırda salgını nasıl yayacağını biliyordu: Bir posta Penn İstasyonu’na, bir tane Grand Central’a ve bir tane de Times Meydanı’na. Zamanlamaları, yoğun saatlere denk gelecek şekilde kusursuz hesaplanacaktı. İşte bu, oku yaydan çıkarabilirdi gerçekten. Tahminlerine göre birkaç gün içinde Manhattan’ın yarısı enfeksiyonu kapmış ve diğer hafta içindeyse tamamı hastalanmış olacaktı. Bu salgın ça- bucak yayılıyordu. Onu öyle bir düzeltmişlerdi ki artık hava yoluyla taşınabiliyordu.
Zavallı insanlar elbette şehri karantina altına alacaktı. Köprüleri, tünelleri, hava ve deniz trafiğini kapatacaklardı. İşte bu tam da onun istediği şeydi. Kendilerini, peşinden gelecek terörün içine kapatmış olacaklardı. Salgından ölmek üzereyken Kyle ve binlerce müridi, insan ırkının şimdiye kadar gördüğü hiçbir şeye benzemeyen bir vampir savaşı çı- karacaktı. Birkaç gün içerisinde tüm New York sakinlerini yeryüzünden temizleyeceklerdi.